Connect with us

Genel

Asalettin Arslanoğlu: Demokratikleşmenin önündeki en büyük engel, demokratım diyen “diktatörlerdir”

Published

on

blank

Cumhuriyet, demokrasi, sivil toplum… Osmanlı aydınının kendisini milliyetiyle tanıma ve tanıtma hevesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak dağılma dönemine denk gelir. Koca imparatorluğun saray çevresinde farklı ırklardan insanlar rahatça yer bulurken, kendisini ‘Türk’ ya da ‘Türkmen’ olarak tanıtmak yüzlerce yıl boyunca hem ayıp hem de suç sayılmıştı.

***

Öyle ki, bu coğrafyada milliyetçilik ile tanışmadan, ilerici ulusal hareketler, mücadeleler oluşturmadan ‘sosyalist’, ‘komünist’ hareketler ortaya çıkmıştır. Toplumsal evrimin doğal seyrinde gitmediği bu coğrafyada, çocukluk ve ilk gençlik çağlarında yaşadıkları travmalara tepkiyle özgürlük savaşına girişenler, bu savaşın muzaffer komutanları olarak da halka cumhuriyeti, yani ‘kendi, kendini yönetme iradesini’ yukarıdan doğru sunmuş, hediye etmiştir. Bu anlamda Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu halkına değeri çok da bilinmeyen bir hediyesidir.

***

Demokrasinin, ‘temsilciler aracılığıyla yönetime katılma’ şeklinde tanımlandığı bu sisteme de ‘temsili demokrasi’ denmiştir. Temsili demokrasi, bu çağın yönetim biçimi değildir. Gerilerde kalmış, çağa karşılık gelmeyen, çağımızın toplumsal ihtiyaçlarına cevap veremeyen bir yönetim biçimidir ve hızla aşılmalıdır.

***

Halkın, hem de sivil yurttaşlar olarak yönetime doğrudan katılacağı demokrasiyi inşa etmeliyiz; ama nasıl? Bizans imparatorluğu, Selçuklular, Beylikler dönemi ve Osmanlılar döneminde de imparatorun, kralın ya da beyin ‘tebaa’, kulu olarak yaşamış bu toplumun isyanları dahi (Şeyh Bedrettin ve yoldaşları gibi istisna isyanlar hariç) sadece ‘başa geçme’, ‘kendi yönetimini dayatma’, ‘talan etme’ isyanıdır.

***

Roma İmparatorluğu’nu temelinden sarsan köle isyanları, Fransız ihtilali, Alman, Avusturya (Prusya) ve Britanya halk eylemlerinin maalesef bizim coğrafyamıza pek de etkisi olmadı. Halkın bir türlü “sivil toplum” olmamasının asıl sebebi, beslenebileceği bir mücadele geleneği bulamaması olabilir mi? Dünya’ya, Avrupa’ya ve hatta Türkiye’ye odaklanmayı bir kenara bırakalım. Çalıştığımız şirkete, ya da kuruma ve hatta ailemize odaklanalım; mahallemize, yaşadığımız ile, ilçeye odaklanalım; üyesi olduğumuz derneğe, sendikaya, partiye odaklanalım; sivil bir yönetim var mı?

***

Herkesin yönetime ve kararlara doğrudan katılacağı mekanizmalar, kurullar var mı?

***

Yoksa bu kurumları bir emir-komuta zinciri ile yönetmek isteyen iktidar sahibi reisler, başkanlar, kendi çapında diktatörler mi var?

***

12 Eylül 1980 Askeri Cuntası sonrası Türkiye Sosyal Demokrat hareketinin “Demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla işletme” hedefine ne kadar yaklaştık, ne kadar uzaklaştık? Kürsülere çıkıp en güzel nutukları atanlar, arkadaş meclislerinde en demokrat söylevleri verenler, karar alırken de, kararlarını uygularken de, eleştirilirlerken de, eleştirirlerken de, yönetirken de demokratlar mı?

***

Siyasetçiler tüm yönetim kademelerine seçimle gelinecek bir düzenlemeye ne kadar yakınlar? Ön seçimleri, temayül yoklaması şekline dönüştürenler, ne ön seçim, ne de temayül yoklaması sonuçlarını kabul etmeyenler mi demokrasiyi inşa edecek?

***

Toplumsal linçin, şiddetin kaynağını besleyen, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyeni yok etme arzusu değil mi? Bu arzu en çokta siyasetçilerde bulunmuyor mu? Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel “demokratım” diyen “diktatörler” ve “ben kimseden korkmam, özgür bireyin, kararlarımı kendim alırım” diyen “köle ruhlular” olabilir mi?

***

Sivil, özgür bireylerin yaratacağı örgütlü toplumu, demokratik aileleri, kurumları, devletleri görmek istiyorsak, sivil toplum örgütlenmesini daha da güçlendirmeliyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün hediyesine değer veriyorsak, bunu yapmalıyız.