Connect with us

Hasan Saim Öztürk

Hasan Saim Öztürk: Mart ayının anımsattıkları

Published

on

blank
Bugün yaşadıklarımızı açıklamak ve köklerini aramak anlamında Türkiye siyasetini ele aldığımızda darbelerin önemli bir yeri vardır. Çok partili demokratik yaşama geçiş konusunda sıkıntılar yaşayan demokrasimiz, zaman zaman askeri darbelere maruz kalmış ve darbelerden sonra toplumun darbe  Anayasalarıyla yeniden dizaynı ve şekillenmesi yolunda girişimler yapılmıştır. Bu arada bir kaç gün önce 49 yıl geride kalmış 12 Mart 1971 yılında yaşadığımız darbeyi anımsadık.
***
1950 yılında çok partili Demokratik Parlamenter rejime adım atan ülkemizde yaklaşık on yıl boyunca iktidarı elinde bulunduranlar, 1960 yılında kimilerinin Devrim, kimilerinin ihtilal ya da darbe dedikleri bir askeri müdahaleyle karşılaşmışlar ve bu darbenin ürünü olan döneminin ilerici sayılan Anayasayla ülkeye yeniden Demokratik bir rota vermişlerdir. Bizlerde 1966 yılında girdiğimiz İSTANBUL HUKUK FAKÜLTESİ’NDE bu anayasanın mimarları olan, PROF. DR.HÜSEYİN NAİL KUBALI  ve ORD. PROF. DR.SIDDIK SAMİ ONAR’IN öğrencileri olarak öğrenim görmüştük.
***
Çağının en Demokratik ve Özgürlüklere saygılı Anayasası ülkemizde o yıllara kadar kısıtlanan Sol dünya görüşünü siyasete önemli ölçüde yansıtma olanağı tanımış ve ülkede sol rüzgarları estirmekle kalmamış, TBMM’de sol bir partinin temsiline fırsat vermiştir. Ortaya çıkan ve Üniversite Gençliğini de etkileyen bu demokratik ortam, toplumsal hareketlere ve sol sendikaların faaliyetlerine de imkan tanımıştır.
***
Ülkede esen sol rüzgarlar, henüz devam etmekte olan soğuk savaş ve Sovyet tehdidi döneminde Batının temsil ettiği kapitalist piyasa ekonomisini ve liberalizmi benimseyenleri rahatsız etmiş ve sol eylemlerle organizasyonlar egemen güçlerce endişeyle karşılanmaya başlamıştır. Öğrenci hareketlerinin kentlerde ve kısmen de Kırsal alanda artması, sol içerikli bir darbe ya da ihtilal endişesini beraberinde getirmiştir. İşte tam da burada 12 Mart 1971’de yönetime el koyan ve  bir milli mutabakat hükümeti iddiasıyla ortaya çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerinin muhtıra vererek yönetime el koyduğunu ve 1980’de bir suikastte yaşamını yitiren ve o günlerde CHP’den istifa ettirilen NİHAT ERİM’İN bir hükümet kurmayla görevlendirildiğini görüyoruz.
***
Sol düşünce ve eylemcilere karşı başlatılan operasyonlarla ve kurulan sıkıyönetim mahkemeleriyle verilen idam kararları ve mahkumiyetlerle yapılan Anayasa değişiklikleriyle daha otoriter, özgürlükleri kısıtlayan ve sadece merkez sağı ve merkez solu kabullenebilen daraltılmış küçültülmüş bir Anayasayla Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine kadar yaklaşık on yıllık yeni serüvene adımını atmıştır. Bu darbeden sonra zaman zaman partilerin kapatılmasına rağmen Siyasal İslamında legal görünümlü sağ muhafazakar partilerle ve illegal Saidi Nursi cemaati mensuplarıyla faaliyete geçmelerine rastlıyoruz.
***
Bu güne baktığımızda, ülkemizde başarılı olabilmiş hiçbir darbeden bahsedilemez. Ancak her darbenin bıraktığı derin izlerden, yaşanan acılardan  ya da yitirilmiş insanlardan ve değerlerden, kaybedilmiş zamandan bahsedilebilir. Bugüne baktığımızda bilmem bu görüşümüze katılır mısınız

Click to comment

Bir Cevap Yazın

Genel

Hasan Saim Öztürk: Türklerin İslamla ve Şeriatla buluşması ve Cumhuriyet’in hukuk devrimi

Published

on

blank

Tarih kaynaklarına göre Türklerin Müslüman Arap ordularıyla karşılaşması M.S. 8. yüzyılda olmuştur. Oldukça sert çatışmalardan sonra Tek Tanrı inancına(Tengricilik)sahip Türklerin yavaş yavaş
İslamın adaletli ve tek tanrılı bir Din oluşunu da gözeterek Müslümanlığı kabul etmeye başladıklarını görüyoruz.

***
Müslümanlığın kabulüne kadar Hakan buyrukları ve Örfi kurallarla yönetilen Türk toplulukları daha sonra dönemin İslam Devletindeki hukuk kurallarına tabi olmaya ve uygulamaya başladılar. Türklerin islamla buluşması onlar için önemli ve ilk milattır. Devlet kuran son peygamber bu
devleti ve insan ilişkilerini düzenleyecek Arap toplumunu Allahın buyruklarıyla yönetiliyordu. Kurallar Kutsal Kitap, Kuranı Kerimin
içeriği, Hz.Peygamberin ve sonrasında din alimlerinin kuralları yorumlaması sonucu ortaya çıkan Hadisler, Fıkıh icma ve tefsirlerden
oluşuyor ve bunların toplamına ŞERİAT adı veriliyordu.

***
Ön Asya’da kurulan ve İslamı kabul eden Devletlerle Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olan  şeriat hükümleri Devlet yönetiminde ve kişiler arasındaki ilişkilerde uygulanırken 1517 yılında Mısır’ı
Fetheden Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da bulunan Halifelik Makamını İstanbul’a ve Hanedana taşıması Türklerin Devlet yaşamındaki ikinci milattır. Bu tarihten sonra Devlet yaşamına tamamen hakim olan İslami kurallarla Batının gerçekleştirdiği Aydınlanma
çağından tamamen farklı bir kimlikte devam etmiştir.

***
Din ve devlet işleri 15. asırdan sonra Batıda ayrılırken Osmanlı aksine gelişen ihtiyaçlara ve topluma rağmen hayatı 1000 yıl geriden takip etmekte ısrarcı olmuştur.Bunun yanında sömürgeleşmeyle zenginleşen,sanayileşmeyle kentleşen ve Kapitalizme evrilen batı
Osmanlının duraklamasına ve çökmesine neden olmuştur.Özellikle 19 uncu asırda borçlandırılan Osmanlı Asya tipi üretim tarzıyla ancak toplumu
doyurabilmiş ve Batının yarı sömürgesi haline gelmiştir.

***
19 ve 20.yüzyıllarda Batıya karşı büyük ölçüde toprak kaybeden ve Kurtuluş Savaşı hariç hemen hemen girdiği bütün savaşlarda yenilen yada yenik sayılan Osmanlı İmparatorluğunun ABD Başkanı
Wilson’un Ortadoğu planına uygun olarak Sevr’de Parçalanmasıyla devreye giren Müdafaa İ Hukuk ve Kuvayi Milliye hareketi düzenli orduyla kazanılan bir zafer sonunda Cumhuriyetle buluşmuştur. Önce
Büyük Millet Meclisinin kuruluşu ,padişahlığın ve Halifeliğin tasfiyesi sonunda Şeriat uygulamaları Devlet yönetiminden çıkarılarak Devlet ve toplum Beşeri kurallarla yönetilmeye başlanmıştır.Dinin ve
Kutsal Kitabın evrensel Ahlak kuralları ve ibadet hükümleri dışında Devlet ve yurttaşlar arasındaki kurallar çağdaş hukuk kurallarına
evrilmiştir.

***
Dinler statik ve değişmez kurallar içerir Devlet Toplum ve insan ihtiyaçları ise dinamiktir..Çağdaş toplumlarla aramızdaki 300 yıllık mesafeyi kapatmayı düşünen büyük Devrimci Liderimiz Mustafa Kemal Atatürk soruna teşhis koyarak konuyu Laik Cumhuriyetle çözmüştür. Bu dönüşüm
ve devrim tarihimizin son miladıdır..Ülkemizi 1500 önce Arap Devleti kurulurken konulan hükümlerle yönetme olanağı yoktur.Cumhuriyetin Hukuk devrimi ve Laiklik bu açıdan hayati bir önemi haizdir.

Continue Reading

Genel

Hasan Saim Öztürk: Anayasal düzenin gerçek sivil toplum kuruluşu nedir?

Published

on

blank

Batı Demokrasilerinde Temel Hak ve özgürlüklerin en başında gelen düşünce özgürlüğü bazen bir amaç ve hedef etrafında toplananların bir araya gelmesiyle toplu ve etkili biçimde kullanılır. Bu özgürlük, toplanma ve gösteri yürüyüşü  ya da düşüncenin örgütlenerek savunulması şeklinde hayata geçer.

***

Düşüncenin örgütlenerek savunulması AİHM Sözleşmesinin 11. maddesinde yer almaktadır. Buna göre “Herkes barışçıl bir biçimde toplanma özgürlüğü ile kendi çıkarlarını korumak için sendika kurma ve sendikalara girme hakkı da dahil örgütlenme özgürlüğü hakkına sahiptir. Ülkemizde yürürlükte olan Anayasanın 33. maddesi, bu  özgürlüğün siyasi parti, sendika, dernek ve vakıf gibi pek çok örgütlenme biçiminin vasıta kılınarak kullanılmasıyla hayata geçeceğini kabul etmiştir.

***

Sivil Toplum kuruluşları arasında yer alan siyasi partiler, sendikalar, dernekler ve vakıfların meşruiyeti Anayasanın ve yasaların sınırları içinde ve Anayasal rejime zarar vermedikleri ölçüde geçerli olur.Hiçbir Anayasal sistem kendisine açıkça yada dolaylı yollardan zarar veren oluşumları himaye etmez  ve yasalara göre yaptırımlara tabi tutarak varlıklarına son verir.

***

Genellikle Batı Demokrasilerinde kabul edilen kriterlere göre Sivil Toplum Kuruluşları, Milli Güvenliğe toprak bütünlüğüne, Kamu güvenliğine, suçun önlenmesine, genel sağlığın ve ahlakın korunmasına, başkalarının şöhret ve  haklarının zedelenmemesine, devlet sırlarının ifşa edilmemesine özen gösterilerek bu özgürlüğün kullanılmasına müsaade edilir.

***

Bizim mevzuatımızda Anayasanın 14.maddesi “Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerden hiçbirisi Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.Anayasa hükümlerinden hiçbir Devlete ve kişilere
Anayasayla tanınan temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesini ve anayasada belirtilenden daha geniş  şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler kanunla düzenlenir.” hükmünü amirdir.

***

Maalesef ülkemizde uzunca bir süredir Anayasanın 2. maddesinde  yeralan Laiklik ilkesiyle 14. maddesinde düzenlenmiş Temel Hak ve özgürlüklerin laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetle  içinde bulunan STK görünümlü VAKIF, DERNEK VE YURTLARIN yine Anayasanın 174. maddesindeki Devrim Kanunlarına aykırı faaliyetlerde bulunduğu açıkça görülmektedir. Tarikat ve cemaatler Devletin ve  toplumun şeriatla yönetilmesini savunan, din devletini hedefleyen illegal oluşumlardır, asla STK sayılamazlar. Siyasi İktidarın gözü önünde masum görüntü altında yıllar boyu güçlenerek yakın dönemde darbeye teşebbüs eden bir örgütün(FETO) hizmet hareketi adı altında
vakıflar, okullar, dershaneler ve dernekler şeklinde yapılanıp ekonomik açıdan güçlenip Devlete rağmen, Devletin içinde kadrolaştığı, bu olaydan hala ders alınmadığı anlaşılmaktadır.

***

Yasama yürütme ve yargının gerekli önlemleri almadığı  takdirde yakın gelecekte Anayasal nizamda, Devletin ve toplumun temelinde büyük çatlaklar oluşması muhtemeldir. Kamuoyunun ve gerçek STK’larında bu tehlikeye karşı duyarlı olması beklenen bir durumdur.

Continue Reading

Genel

Hasan Saim Öztürk: İnsan hakları ihlalleri ve ülkemizin hukuk düzenindeki yeri

Published

on

blank

10 ARALIK DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ’dür. As. Hakim Hukuk Müşaviri olarak olarak 1990 yılında Milli Savunma Bakanlığına atandığımdan itibaren ülkemizdeki insan hakları konusu ilgi alanıma girdi ve bu konuda 1995 yılına kadar Bakanlığı TBMM’de komisyonlarda temsil ettim. Terörle mücadeleden kaynaklanan İnsan Hakları ihlalleriyle ilgilendim. Ne yazık ki AİHM’in yargı yetkisini kabul ettiğimiz 1990 yılından beri ülkemizin giderek artan bir hak ihlali dava yükü oldu.

***

Batılı Devletler ve insanlık milyonlarca can kaybına ve Avrupa’nın yıkılmasına neden olan 2.Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmeye başlayan insan hakları kavramını kurumsallaştırmanın ilk adımlarını, 26 Haziran 1945’te  San Francisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Ana Sözleşmesinin 1.maddesinde, 10 Aralık 1948’de kabul edilen BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde, 4 Kasım 1950’de imzalanan; ancak 3 Eylül 1953’de yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayarak attı. Bunlardan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları ihlalleri konusunda bir denetim mekanizması kurarak ve Uluslararası yargı yetkisini de kabul ederek ihlallerin önlenmesi adına etkili bir adım attı.

***

Ülkemiz AİHM’de 1954 yılında imza koyarak taraf olmuş, 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkını kabul etmiş ve 1990 yılında da bu mahkemenin zorunlu yargı yetkisini kabul etmiştir. Avrupa Konseyi tarafından AİHM’in yargı yükünün çok artması nedeniyle taraf ülkelerin insan hakları ihlallerine bakmak üzere İç Hukuklarında bir düzenleme yapması istenildiğinde taraf ülkeler bu isteme uyarak düzenlemeler yapmaya başlamışlardır. Venedik Komisyonunun 85. genel kurulunda tasvip gören bu uygulama doğrultusunda Anayasa Mahkememizce hazırlanan bir tasarı bu komisyonunca da uygun bulunmuştur.

***

Ülkemizde 2010 yılında yapılan Anayasa Referandumunda kabul edilen bir hükme göre Anayasa Mahkememiz iç hukukta insan hakları ihlalleri konusunda ilk ve son derece mahkemesi olarak görevli olması 6216 sayılı yasayla getirilen düzenlemeyle bu mahkemenin kuruluş yasasının 45, 46, 47, 48, 49, 50, ve 51. maddelerine göre açık olarak kabul edilmiştir.

***

Bireysel başvuruya konu olabilecek hakları şu başlıklar altında sıralamak mümkündür. Yaşama hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, suç ve cezaların kanuniliği, özel yaşama ve aile yaşamına saygı, konut ve haberleşme özgürlüğü, düşünce, ifade, din ve vicdan hakkı, düşünceyi açıklama ve yayma hakkı, örgütlenme ve toplanma hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı, serbest seçim hakkı, temel hak ve hürriyetlerin korunması(etkili başvuru hakkı), eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı.

***

Yönetimlerin idari eylem ve işlemleriyle, ihmali davranışları sonucunda, bu hakların ihlaline sebebiyet vermesi ve buna karşı talepte bulunanların tüm iç hukuk yargı yollarını tüketmelerine rağmen bu haklarını elde edememiş olmaları halinde, Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan dava açılabilmektedir. Can Dündar-Erdem Gül kararında Anayasa Mahkemesinin bu kuraldan ayrıldığı tartışmaları yapılmışsa da, ülkemizde yaşanan siyasi davalar süreçleri göz önüne alındığında(Ergenekon-Balyoz v.b) hak ihlalinin tespit edilmesi, aynı hukuki yolların(İtiraz) kullanılmasına rağmen sonuç alınamaması yargı yollarının tüketildiği, tutukluluğun devamının hak ihlalinin devamına sebebiyet vereceği ve ağır mağduriyetlerin ortaya çıkabileceği değerlendirilerek davaya bakılmış ve hak ihlali tespiti yapılmıştır. Maalesef hukuk devleti iddiasında olan bir ülke olarak İNSAN HAKLARI ve HAK İHLALLERİ karnemiz çok kötüdür ve bugün on binlerce dava dosyası ANAYASA MAHKEMEMİZDE sıra beklemektedir.

***

Ayrıca bir başka güncel sorunda ANAYASA MAHKEMESİ‘nin kamuoyunda Milletvekili Can Atalay dosyasında hak ihlali ve tahliye kararının Anayasanın 153. maddesine rağmen bazı yargı organlarınca yerine getirilmemesive bunun bir anayasa krizinin doğmasına neden olmasıdır. Çok vahim olan bu durumun insan hakları ihlallerinin artık ülkemizde yasal güvenceden yoksun olduğunun bir göstergesidir. Anayasa Mahkemesi’ne ait yargıyolundan sonra Uluslararası Anlaşmalara dayalı olarak AİHM’de insan hakları ihlalleri için dava açma olanağı da  mevcut bulunmakta; ancak telafisi imkansız zararlar doğmakta, HUKUK DEVLETİ ağır hasara uğramaktadır..

Continue Reading

Popüler